Skip to main content

“İnsanın kendi düşünceleriyle söyleşmesinden daha zayıf ya da daha güçlü bir uğraş yoktur.”

 

Sevilen sanatçı Agnes Martin, muhteşem bir söyleşisinde “Hepimiz aynı içsel hayatı yaşıyoruz,” demişti. “Fark bunun ayırt edilmesinde. Sanatçının içsel hayatın ne olduğunun farkına varması gerek.” Ama hummalı bir çabayla verimliliğimizi en iyi hale getirmeye çalıştığımız bir çağda içsel hayatımızla, onu tanıyıp kabul ederek var olma sanatı ölçülemeyecek derecede ödüllendirici olsa da bu çok azımızın ustalaşmayı becerdiği ya da istediği bir beceridir. Kültürel eğilimlere rağmen bu beceriyi geliştirmek isteyenlerin birçoğu meditasyona yöneliyor. Ama meditasyonun da üretkenlik ile varoluş arasındaki bu çekişmeyi yansıtan çelişkili bir tarihi var. 

Michel de Montaigne’in Denemeleri’nde bir araya getirilmiş hiç eskimeyecek düşünce hazinesinde, 16. yüzyılın ikinci yarısında kaleme aldığı şu paragraf da yer alıyor:

“Meditasyon, zihnini yoklamasını ve onu güçlü bir şekilde kullanmasını bilenler için etkili ve zengin bir çalışmadır. Ben zihnimi doldurmak yerine şekillendirmeyi daha çok seviyorum. Zihnin doğasına bağlı olarak, insanın kendi düşünceleriyle söyleşmesinden daha zayıf ya da daha güçlü bir uğraş yoktur. En yüce kişiler bunu kendilerine uğraş edindiler; onlar için yaşamak düşünmektir”.”

“Meditasyon” bu satırlarda “düşünme”, kuvvetli düşünme anlamında kullanılmıştır, bu aynı zamanda birkaç asır sonra John Dewey’nin How We Think’te (Nasıl Düşünürüz) etkileyici bir üslupla ele aldığı uygulamadır. Bu anlam genişlemesi ilk bakışta bugünkü meditasyon kavramına biraz ters düşüyormuş gibi görünebilir; meditasyon sıklıkla bu pratiği uygulamayanlar kişilerce hatalı bir şekilde düşünmeme, zihnin boşaltılması, bilişsel bir edilginliğin geliştirilmesi olarak yorumlanır. Ama gerçekte meditasyon faal ve farkındalığa dayalı bir varoluş halini, kişinin yaşadığı içsel deneyime tanıklığını gerektirir. Bu açıdan meditasyon sözcüğünün geçirdiği anlamsal evrime rağmen Montaigne’in meditasyon pratiği bugünkü kavrama çok uygundur, dolayısıyla da görüşlerinin büyük bir bölümü gibi yaşadığı devrin çok ötesine uzanır.

İngiliz felsefeci Sarah Bakewell How To Live: Or A Life of Montaigne in One Question and Twenty Attempts at an Answer (Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı ve Cevaplamak için Yirmi Teşebbüs) kitabında Montaigne’in sıklıkla alıntılanan aforizmasına dikkat çekiyor: “Dans ettiğimde dans ederim, uyuduğumda uyurum.”  Bakewell, Montaigne’in “neredeyse Zen benzeri bir disipline ulaştığını belirterek gösterdiği “sadece olma becerisi”nin meditasyonun özü olduğunu söylüyor:

“Böyle söyleyince kulağa çok basit geliyor, ama aslında bundan daha zor bir şey yok. Zen üstatlarının bunu öğrenmeye bir ömür ya da birkaç ömür harcamalarının nedeni bu. Ama geleneksel hikâyelere göre, o zaman bile ancak öğretmenleri, dikkatlerini tümüyle vermelerini hatırlatmak için kullanılan büyük bir sopa olan keisaku’yu meditasyon yapanların başlarına indirdikten sonra bu başarılabiliyor. Montaigne bunu epeyce kısa bir ömürde başarmıştı, bunun nedeni de kısmen o ömrün çok büyük bir bölümünü çok küçük bir sopayla kâğıt üzerine yazı yazmaya harcamış olmasıydı… Yazarın işi, içsel durumlarının değişimini gözlemektir. Ama bu Montaigne öncesinde yaygın bir kavrayış değildi, onun bunu kendisine özgü bir tedirginlik ve serbestlikle gerçekleştirme biçimi daha önce bilinmiyordu.”

O halde meditasyon sadece yalnızlığın (bugün artık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan yalnız olmayı öğrenme sanatının) ürünü değildir, insanın içe bakışını fiilen kaydetmesi, günlük tutmayı özellikle yazarlar için manen ve yaratıcılık açısından yararlı kılan bu uygulama da meditasyona katkıda bulunur. 

How To Live, anlamlı bir hayat sürmeye dair en temel sorular üzerine, Montaigne’in vakti hiç geçmeyecek ebedi bilgeliğiyle dolu olan, baştan sona ilham verici bir kitap. 

Bu yazının orijinali Brain Pickings’de yayınlamıştır, orijinal yazıya buradan ulaşabilirsiniz.